Almanya’da demokrasi
“Temel Yasa“ diye anılan Alman anayasası, Federal Almanya Cumhuriyeti demokrasisinin temel yapı taşı. Geçici bir karaktere sahip olması planlanmışken, 70 yıldır varlığını sürdürüyor.
Bonn’un sonu Weimar gibi gelmemeliydi, ama Berlin bir Bonn olabilmeliydi. Kulağa karmaşık bir kentler tarihi gibi gelse de aslında bu kıyaslama, Federal Almanya demokrasisinin inişli çıkışlı tarihini, çöküşünü, yeniden kuruluşunu ve 20. yüzyıldaki değişimini özetliyor. 23 Mayıs 1949’da Bonn’da imzalanan bir anayasayla (Temel Yasa adı verilen metinle) Federal Almanya Cumhuriyeti doğmuş oldu. Temel Yasa’nın “geçici” bir karaktere sahip olması planlanmıştı, zira kısa bir süre sonra aynı yılın ekim ayında İkinci Dünya Savaşının bitişinin ve Nasyonal Sosyalist diktatörlüğün çöküşünün bir sonucu olarak ikinci bir Alman devleti Alman Demokratik Cumhuriyeti (DDR) kurulmuştu. Bir geçiş anayasası olarak düşünülmüş olduğundan Temel Yasa, “anayasa” olarak isimlendirilmemiş, yine aynı nedenden dolayı halk tarafından değil, Bavyera hariç mevcut eyaletler tarafından onanmıştı. Bu anayasanın, iki Almanya yeniden birleşene ve özgür bir ülke olana kadar geçerli olması planlanmıştı.
Fakat 1990’da Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi süreci esnasında bu plana uyulmadı. Hükümet ve meclis – istikrarlı, vatandaşların sahiplendiği bir demokrasinin kazanımlarının birleşmiş bir Almanya’da da devam edeceği beklentisiyle – Bonn’dan Berlin’e taşındı, buna karşın Temel Yasa var olmaya devam etti ve her iki Almanya’nın Anayasası oldu. Berlin bir Bonn olabilmeliydi.
Her ne kadar Temel Yasa, geçerliliğin geçici olduğu iddiasını içerse ve ulusal birliğin yitimini anımsatır nitelikte olsa da en başından beri çok daha fazlasıydı; batıdaki devleti demokrasi için güvenli bir yer kılacak bir inşa planıydı bu. Temel Yasa’nın ondan önce gelmiş olan anayasalardan farklı olması gerekiyordu, 1918 – 1933 yılları arasında Almanya’daki ilk parlamenter demokrasi örneği olan Weimar Cumhuriyeti’nde yaşandığı gibi, özgürlükçü bir cumhuriyetin yok olmasını engelleyecek kurumların oluşturması, koruyucu önlemlerin alınması gerekiyordu. Eyalet Parlamentoları milletvekillerinden oluşan ve bir tür kurucu meclis olan Parlamento Konseyi, Weimar Cumhuriyeti’nin başarısızlığa uğramasından ders çıkarmaya çalıştı: Weimar Anayasasının önemli olarak görülen yapısal sorunlarını, özellikle de parlamenter ve başkanlık sistemlerin bir aradalığının neden olduğu ikili yapıyı aştı. Parlamento, hükümet ve şansölye güçlendirildi, cumhurbaşkanlığı esasen temsil edici yetkilerle sınırlandırıldı. Partilerin siyasi irade oluşturma sürecindeki önemleri vurgulandı, öte yandan demokrasi karşıtı güçlerin, özellikle de anayasaya aykırı partilerin yasaklanması yönünde düzenlemeler de yapıldı. Weimar’da yaşanmış olduğu gibi demokrasiyi, demokrasi düşmanlarına teslim etmemek, demokrasiye istikrar kazandırmak için gerçekleştirilen önlemler işte bunlar olmuştu.
İnsan onurunun dokunulmazlığı
Federal Anayasa Mahkemesi, önce Nasyonal Sosyalizmin devam partisi olan bir partiyi, bundan kısa bir süre sonra da Komünist Parti’yi yasakladı. Nasyonal Sosyalizmden uzaklaşma ve ikinci Alman devletiyle araya bir sınır çekme konularında genç Federal Cumhuriyet’te mevcut olan anti totaliter uzlaşım, bu kararlarda kendini göstermişti. Söz konusu ikinci Alman devleti de elbette Rusya’nın etkisi altında kendini, ”rövanşist” Federal Cumhuriyet karşısındaki komünist anti tez olarak görüyordu. Doğudaki DAC’nin (Demokratik Almanya Cumhuriyeti) anayasası her ne kadar bazı kısımlarıyla Weimar Anayasasına dayansa da, siyasi iradeye ve karar alma sürecine hakim olan, muhalefete izin vermeyen ve siyasi sistemi merkeziyetçi yapıda tasarlayan Sosyalist Birlik Partisi’nin (SED) yönetim erki kısa sürede kendini göstermişti. Böylece oldukça erken bir dönemde 1952’de eyaletlerin bağımsızlığı kaldırıldı. DAC Anayasasındaki diğer değişiklikler de bunu takip etti, bu değişikliklerle SED’in tek parti olarak hakimiyeti ve Sovyetler Birliği ile olan “yıkılmaz dostluk” güçlendirilmiş oldu.
Federal Almanya ve DAC birbirinin karşıtıydı, demokrasi ve kapitalizm ile sosyalizm ve komünizm arasındaki “sistemler rekabeti”nde uzlaşmaz cephelerin önde gelen temsilcileriydiler. İki devlet ayrıca jeopolitik ve güç siyaseti kaynaklı Doğu-Batı çatışmasının cephesinde konumlandırıldıklarından, mevcut pozisyonlarını da sağlamlaştırabiliyorlardı. DAC, Sovyetler Birliği tarafından, Federal Almanya ise hem ekonomik hem de siyasi açıdan Batı müttefik güçleri tarafından destekleniyordu. Doğu devleti Sovyetler Birliği’nin inayetine ve dış politikasına bağlıydı. İç siyasetteki hareket alanı son derece dardı.
Öte yandan Federal Almanya Cumhuriyeti’ndeyse daha ilk Şansölye Konrad Adenauer tarafından aktif olarak takip edilen Batı’ya entegrasyonun ülkeye sağladığı avantajlar yüksekti: ekonomik yeniden canlanma ve Avrupa entegrasyon sürecine dahil olma, ülkenin dahili demokratikleşme ve liberalleşme süreçlerini de olumlu bir şekilde etkiliyordu. Söz konusu demokratikleşme ve liberalleşme, kendini önce 60’lı yılların sonuna doğru gerçekleşen öğrenci protestolarında, ardından da Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) Başkanı Willy Brandt önderliğindeki yeni hükümette kendini göstermişti. Bu gelişmelere bir de Batı Alman demokrasisinin “kendini bulması” olarak adlandırılabilecek bir unsur da eklenmişti: Nasyonal Sosyalist geçmişle eleştirel bir yüzleşmeyi ve Temel Yasa’nın temel ilke ve değerleriyle özdeşleşmeyi kapsayan bir süreç olarak.
Temel Yasa’nın kendisi zaten Weimar Anayasasının çöküşüne ve Nasyonal Sosyalist diktatörlüğe karşı bir refleks niteliğindeydi. Zira şansölyenin güçlü, sadece “yapıcı güvensizlik oyu”yla sarsılabilecek bir konuma sahip olduğu parlamenter hükümet sisteminin güçlendirilmesinin yanı sıra 1949 Anayasasında, Batı Almanya demokrasisinin hem normlar düzenini hem de kimlik algısını şekillendirecek bir temel ilke, yani insan onurunun dokunulmazlığı ortaya çıkmıştı. Temel Yasa’nın 1. Maddesi, “Tüm devlet erki [insan onurunun dokunulmazlığına] saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür” der. Nasyonal Sosyalist diktatörlüğün insanı aşağılayan rejimine karşı ifade edilen bilinçli bir karşıt yaklaşımdı bu, aynı zamanda da modern anayasaların tarihinde yenilikçi bir unsur. Bu temel ilke, daha önce hiçbir anayasada bir norm haline getirilmemişti. Alman Temel Yasasını daha sonra diğer anayasalar da takip etti, örneğin Apartheid rejiminin yıkılmasının ardından Güney Afrika’da kabul edilen anayasa. Söz konusu maddenin önemli bir özelliği de maddeye, temel hakların daima geçerli olduğu ve devlet erki tarafından ihlal edilemeyeceği şartının da getirilmiş olmasıydı. Temel haklarla ilgili anayasal bağlayıcılık, hakların korumasının garanti altına alınması ve yasama organının anayasaya tabi olması, Temel Yasa demokrasisinin, anayasanın ve anayasayla korunan temel hakların önceliği konusunda şüphe duyulmayan bir anayasal demokrasi haline gelmesini sağladı. Ayrıca bir anayasa mahkemesinin kurulması da talihli bir gelişme oldu ve son derece verimli sonuçlar doğurdu: Anayasa Mahkemesinin varlığı, Temel Yasa’ya günlük siyasette bir söz hakkı vermiş oldu ve içtihatlar üzerinden Temel Yasa’yı geliştirmeye devam etti. Anayasa Mahkemesinin ayrıca, demokratik gelişim desteği sunması da amaçlanmıştı.
“Anayasal yurtseverlik”
Anayasa Mahkemesinin demokratik gelişime verdiği destek çeşitli açılardan söz konusuydu. Özellikle de demokrasiler için temel olan düşünce özgürlüğü, basın ve toplanma özgürlüğü gibi hakların sağlamlaştırılmasında ve uygulanmasında Federal Anayasa Mahkemesi içtihat hukuku büyük öneme sahipti. Bu bağlamda Mahkeme federal hükümetlerle ters düşen görüşlere de sahip olabiliyordu. Örneğin, Şansölye Adenauer bir hükümet televizyonu kurmak istediğinde. Anayasa Mahkemesi bunun düşünce özgürlüğü ilkeleriyle bağdaşmaz olduğu kanısındaydı. Ayrıca Mahkeme, pek çok kararında düşünce özgürlüğünün demokrasi için “kurucu nitelikte” olması özelliğini o denli güçlü bir şekilde vurgulamıştı ki, bireylerin ekonomik çıkarlarının bile ikincil planda olması gerektiği sonucu çıkmıştı. Böylece de temel hakların “üçüncü kişilere etkisi” formüle edilmiş ve bu haklar sadece devlet ve vatandaş arasında değil, vatandaşlar arası ilişkilerde de geçerli kılınmıştı.
Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi çoğu zaman vatandaşların tarafında oldu. Belli birtakım şartların söz konusu olması durumunda, Berlin’den uzakta – mekansal olarak siyasetin merkezinin çok uzağında – Karlsruhe kentinde bulunan Anayasa Mahkemesine bireysel anayasa mahkemesine başvurusu yapmak mümkün. Anayasa Mahkemesi zamanla vatandaşın avukatı haline geldi. Anayasanın yorumlayıcısı, siyasi tartışmalardaki arabulucu ve hakem olarak “güç” kazandı. Anketlerin gösterdiğine göre vatandaşların bu kuruma olan güveni son derece yüksek.
Anayasa Mahkemesi, özellikle de siyasi partilerde büyük kutuplaşma dönemlerinde kararlarıyla ortalığı yatıştırıcı nitelikte olduğundan Temel Yasa’nın toplumu bütünleştiren bir anayasa haline gelmesinde önemli bir katkı sağladı. Bu durum, 1949’da öngörülebilir değildi. Yıllar içerisinde siyaset bilimci Dolf Sternberger’in “anayasal yurtseverlik” olarak adlandırdığı bir kavram gelişti; bu ifade, anayasanın vatandaşlar tarafından devletin temeli olarak tanınması ve bu değer atfedilmesini yansıtıyordu. Buna göre vatandaşlar, temel hakları ve demokratik kazanımları açık bir şekilde anayasayla ilişkilendirmiş oluyor ve anayasaya kendilerini onunla özdeşleştirecek kadar önem veriyorlardı. Kısacası, Federal Almanya Cumhuriyeti demokrasisi, Weimar’da çok düşük düzeyde var olmuş – ve bu yüzden de Cumhuriyetin kendini yok etmesini engelleyememiş – vatandaş desteğine tam olarak ulaşmıştı.
Öte yandan DAC, vatandaşları üzerinden gelebilecek bir meşruiyeti yitirmişti. Daha 80’lerin başında, ekonomik güçlükler artmaya başlamıştı, kamusal altyapı harap bir haldeydi, protesto sesleri gittikçe yükseliyordu, özellikle de korunaklı bir alan sunan kiliselerin çevresinde. Fakat bu durum, tutuklanan ya da sınır dışı edilen muhalifler üzerindeki politik baskıda herhangi bir değişime yol açmıyordu. DAC’nin 40. yılında insanlar Macaristan ve Prag üzerinden Federal Almanya Cumhuriyeti’ne kaçmaya çalışmıştı. Buna paralel bir şekilde de ülke içindeki vatandaşlar, seyahat özgürlüğü ve reform taleplerinde bulunuyordu. Tıpkı Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’nde Glastnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılandırma) politikalarıyla işaretini verdiği gibi. 1989 yılının ekim ayında, Dresden, Leipzig ve diğer şehirlerde binlerce kişi “Biz halkız” sloganıyla protesto yürüyüşlerine katıldı. 9 Kasımda Berlin Duvarı yıkıldı. Sokaktaki devrim başarılı olmuştu; 18 Mart 1990’da, DAC Halk Meclisi için ilk gerçek serbest seçimler yapıldı. Birleşmiş bir Almanya’ya giden yol çizilmişti. Bunun öncesinde Aralık ayında Dresden’de, Batı Almanya Şansölyesi Helmut Kohl’un ziyareti sırasında “Biz halkız” yazılı pankartlar görülüyordu.
Yeniden birleşme süreci
İki Almanya’nın 3 Ekim 1990’da birleşmesi, bazı soruların yeniden sorulmasına yol açmıştı. Bonn demokrasisi ulus devlet çerçevesi içinde de kendini devam ettirip kanıtlayabilecek miydi? 1992 yılında başkentin Berlin’e taşınması kararı, birleşik Almanya’nın artık “daha Doğulu” olacağı, sahip olduğu o güçlü Batı entegrasyonundan sıyrılacağı ve – tıpkı Bismarck yönetimindeki Alman İmparatorluğu’nda olduğu gibi – Avrupa’nın ortasındaki bir güç olarak Doğu ile Batı arasında öngörülemez biçimde salınarak bir güç politikası güdeceği korkularını beraberinde getirmişti. Ve elbette birleşmiş Almanya dahilindeki birleşme sürecinin nasıl ilerleyeceği sorusunu. Öte yandan Doğu Almanların deneyimleri, ihtiyaçları bu çerçeve içinde nasıl karşılık bulacaktı?
Korkuların çoğu kısa sürede dağıldı. Almanya’nın yeni bir potansiyel güvenilmezlik arz edeceğine ilişkin korku senaryolarının dağıtılmasını sağlayan şeylerden biri, birleşme sürecinin dört Müttefik Kuvvetin iznini gerektirmesi oldu; bunun yanı sıra Fransa’nın, Almanya’nın büyük bir ekonomik güç olacağı yönündeki korkuları, birleşmenin Avrupa süreci bağlamına oturmasıyla ve ortak para birimi avronun getirilmesiyle yatıştırılabilmişti. Henüz birleşme gerçekleşmemişken Federal Cumhuriyet ile DAC arasında dayatılan ekonomik ve parasal birlik, birleşme anlaşmasıyla sonuçlanan süreci hızlandırmış oldu. Bu anlaşma, DAC topraklarında 3 Ekim 1990’da kurulan yeni eyaletleri, Temel Yasa’nın geçerlilik alanına dahil etti. Buna bağlı olarak da batıdan doğuya hızlı bir kurum transferi, elit kesimin yerini radikal bir değişimle batılı elitlerin alması ve harap bir haldeki planlı ekonomiden işleyen bir piyasa ekonomisi oluşturma çabaları gündeme geldi.
Gelişmelerin bu denli hızlı yaşanmasının elbette birtakım bedelleri oldu. Yoksunluğun hakim olduğu sosyalist ekonomideki işletmelerin çoğu artık kazanç getiremediğinden birçok insan işsiz kaldı. İşletmelerin dönüşümünü gerçekleştirme göreviyle kurulan kayyum kurumu – son 30 yılda yeni istihdam imkanları yaratılmış olsa ve işsizlik oranları bugün Batı Almanya’daki oranlarla hemen hemen eşit olsa bile – kitlesel işten çıkarmaların ve mesleki geçmişlerin değerinin sıfırlanmasının bir sembolü olarak görülmeye bugün de devam ediyor. Güçlü demografik değişimler gibi bazı yapısal faktörler, Doğu Almanya’daki pek çok vatandaşın kendilerini hala “ikinci sınıf bir vatandaşmış” gibi hissetmelerine neden oluyor; nitekim çok sayıdaki vatandaş doğudan batıya taşındı; taşradaki nüfusu gerilemiş ve yaş ortalaması yüksek olan bölgeler ile kentsel merkezler arasında farklar var, daha düşük maaş ve ücret seviyeleri, daha uzun çalışma saatleri söz konusu.
Öte yandan yapılan anketler, insanların kendi kişisel durumlarını “olumlu” ile “çok olumlu” arasında değerlendirdiklerini ortaya koyuyor. Fakat Doğu Alman vatandaşlarının çoğu, sürekli bir değişim içinde ve zorlu koşullarda geçen süreçte elde ettikleri başarıların Batı Almanlar tarafından yeterince algılanmadığını ve takdir edilmediği de ifade ediyorlar. Politik çevrelerde ve medyada çoğu zaman, Doğu’nun özel durumunu dikkate almayan ya da yeterince dikkate almayan, tamamen Batı odaklı bir bakış açısı söz konusu oluyor. Bu ve diğer duygu ve bulgular, birkaç yıldır gözlemlenen ve sağ popülist ve aşırı sağcı partilere oy verme tutumunda kendini gösteren tepki biçimlerini de açıklıyor. Pek çok şey, Batı’ya karşı ortaya çıkan gecikmiş bir isyana işaret ediyor.
Bu durum kendini demokrasiye ilişkin yaklaşımlarda da gösteriyor. Bir fikir olarak demokrasi hem Batı hem de Doğu Almanya’da (Doğu Almanya’da daha az güçlü bir şekilde) kabul ediliyor. Öte yandan demokrasinin Almanya’da çok iyi işlemediği şüphesi doğuda, batıda olduğundan daha yüksek. Bu konuda batı ve doğu eskiden birbirlerine daha yakındı. Avrupa ve Kuzey Amerika’nın dört bir köşesinde görülebilen sosyal kutuplaşmalar ve politik kırılmalar Doğu Almanya’da özellikle daha da belirgin, zira burada son 30 yılda toplum ve siyasetteki değişim çok hızlı ve radikal bir şekilde yaşandı.
1989/90’daki Barışçıl Devrim sırasında birçok sivil hak eylemcisinin, yeni bir Alman anayasasının oluşturulmasını ve bunun vatandaşların oylamasıyla yürürlüğe girmesini önermiş olmalarına rağmen Temel Yasa’nın, genel bir Alman anayasası olarak Doğu Almanya’da da değerli görüldüğünü bilmek güven verici. Doğu Almanya halkı, neredeyse 30 yıllık ortak siyasi varoluş sürecinin ardından, Temel Yasa’yı, Batı Almanların 1949-1989 arasında benimsemiş olduğu gibi benimsemiştir.
Prof. Dr. Hans Vorländer, Dresden Teknik Üniversitesi’nde politik kuram ve düşünce tarihi dersleri veriyor. Vorländer 2007’den beri, kurucusu olduğu Anayasa ve Demokrasi Araştırmaları Merkezinin de başkanı.
You would like to receive regular information about Germany? Subscribe here: